İktisat Tarihi

Klasik İktisat

Modern iktisat bilimine dayanak oluşturan klasik iktisat teorisi arz ağırlıklı bir teoridir.
Klasik iktisat düşüncesi kendisinden önceki teorilerin aksine bireye ve bireysel
girişimciliğe önem vermiş ve bu yüzden bireyin faaliyetlerini sınırlayıcı olarak gördükleri
devlete çok az görev yüklemişlerdir.
Devlet müdahalesine karşı oldukları için, girişimci gücü kuracak olan piyasaya
herhangi bir müdahaleye izin vermemişler ve devletin görevlerini çok sınırlı
belirlemişlerdir. Klasiklerin devlete atfettikleri görev “jandarma devlet” görevidir. Zorunlu
bir fena olarak gördükleri devlet; güvenlik, savunma adalet ve diplomasi görevlerini yerine
getirecek ve hiçbir suretle piyasaya müdahale etmeyecektir. Devlet sınırlı bir alanda mal ve
hizmet üreteceği için harcamaları da bu çerçevede sınırlı kalacak ve bu harcamaların
finansmanında özel kişi ve kuruluşlardan az miktarda vergi alacaktır (Eker ve Diğ. 1994 :.
22).
Klasik iktisatçılar maliye politikası aracı olarak küçük denk bütçeden yanadırlar. Buna
göre bütçe açığı kadar bütçe fazlası da olumsuz karşılanır. Çünkü bütçe fazlası özel
tasarrufların daraltılması pahasına sağlanmaktadır. Bu ise toplam yatırım hacmini azaltacak
ve dolayısıyla ekonominin uzun dönemli gelişmesini uzun dönemli gelişmesini olumsuz
yönde etkileyecektir (Orhan,1989, :64).
Klasik iktisatçılar çağın özgürlükçü düşüncelerinden de faydalanarak yeni bir
ekonomik düzen önerisini sistematik bir anlayışla kurma çabasına girişen kişiler
olmuşlardır. Bunun için de başlangıç olarak ve fizyokrasiden farklı olarak fert temeline
dayalı bir ekonomik sistem önerisinde bulunmuşlardır. İktisadi faaliyetlerin açıklayıcı
unsurunu kişinin davranışlarına bağlayarak ferdin ve dolayısıyla emeğin, iktisadi faaliyetlerin merkezinde yer aldığı iktisadi analizlere girmişlerdir (Tekelioğlu, 1993:60).
Klasik iktisat, iktisat politikası aracı olarak sadece para politikasına önem vermiştir.
Ekonomik istikrarsızlık ortaya çıktığında mali politikalar yerine para politikaları (banka
rezervlerinin azaltılması, açık piyasa işlemleri gibi) tercih edilmelidir. Zira mali araçlar
aslında para politikasının bir aracıdır. Mesela devlet harcamalarının artırılması aynı
zamanda para arzını artırmak demektir. Onlara göre tam rekabet, ücret esnekliği ve faiz
esnekliği varsayımları gerçekleştiği taktirde ekonomi daima ve kendiliğinden tam
istihdama ulaşacak, üretilen her mal satılacak stok artışı ve üretim yetersizliği gibi
dengesizliklerle karşılaşılmayacak ve dolayısıyla fiyatlar genel seviyesi hem enflasyonist
hem de deflasyonist baskılara yol açmadan istikrarını koruyacaktır. Onların deyimiyle
“piyasanın görünmeyen eli, ekonomiyi istenen yönde geliştirmeye yeterlidir.”(Savaş, 1986:
34-35). İktisat Biliminin ve Klasik iktisadın kurucusu olarak kabul edilen Adam Smith
görünmeyen el ile ilgili olarak Ulusların Zenginliği adlı kitabında şunları söylemiştir: “Her
fert kapitalini elinden geldiği kadar yurt içi sanayii desteklemek için ve bu sayede mümkün
olan en yüksek kıymeti üretmek için kullanacağından, herkes zorunlu olarak toplumun
yıllık gelirini yapabildiği ölçüde en yüksek seviyeye ulaştırmak için çalışır. Fert genellikle
aslında ne toplumsal çıkarı teşvik etmeye niyetlenir ve ne de onu ne kadar teşvik ettiğini
bilir. Yurt içi sanayii yabancı sanayie karşı desteklemeyi tercih etmekle ferde sadece kendi
güvenliğini gözetir; ve kazancını düşünür ve fert bu durumda, diğer durumlarda olduğu
gibi, bir görünmeyen el tarafından tasarıları içinde yer almayan bir amacı teşvik etmiş
olur.”
İdeal ekonomik yapı doğal düzenin çerçevesi içinde kendiliğinden ortaya çıkar. Bunlar
arasında iş bölümü, parasal sistemin gelişmesi, tasarrufların büyümesi ve yatırımların
artması, dış ticaretin gelişmesi, ve arz talebin birbirine göre ayarlanması sayılabilir. Bunlar
ve “kendiliğinden oluşan” (spontaneous) düzenin diğer kurumları insanın kişisel çıkarına
dayalı davranışından doğar ve bütün toplumun yararına olan sonuçlar oluşturur (Savaş,
1997 :269-270).
Smith Ulusların Zenginliği adlı kitabında devlet harcamalarını “Hükümdarın
(Hükümetin) veya Ulusun Harcamaları Hakkında” adlı bölümünde hükümetin temel
görevlerini ele almıştır. Ona göre hükümetin üç temel görevi vardır: Hükümetin ilk görevi
toplumu diğer bağımsız toplumların saldırı ve istilasından korumak olup, bu görev sadece
askeri bir güç ile yerine getirilebilir. Hükümetin ikinci görevi mümkün olduğunca
toplumun her üyesini başka üyelerden gelecek adaletsizlik ve baskıya karşı korumak veya
tam bir adalet sistemini kurmak olup, toplumun ayrı dönemlerinde iki son derece farklı
harcamayı gerektirir. Hükümetin ve toplumun üçüncü ve son görevi, herhangi bir ferdin
veya az sayıda kişinin yaptıkları masrafı kurtaramayacakları için kurmayı ve işletmeyi veya az sayıda kişinin yaptıkları masrafı kurtaramayacakları için kurmayı ve işletmeyi
düşünmeyecekleri fakat büyük bir toplum açısından son derece yararlı olacak bazı
kurumları kurmak işletmek ve bayındırlık hizmetlerini sağlamaktır.
Buna göre Smith; daha sonraları “devletin klasik görevleri” diye adlandırılacak olan
devletin klasik görevlerini savunma, adalet, bayındırlık ve kısmen de eğitim hizmetleri
olarak belirlemiştir (Savaş, 1997:293).
Klasik İktisat Teorisinin diğer önemli temsilcileri de J.B. Say’dır. Say’in üzerinde en
çok durulan ve Klasik Teorinin temel taşlarından birisi Say Kanunu veya Mahreçler
Kanunu diye adlandırılan görüşüdür.
Say tasarrufun tüketimi azaltmayacağını, tasarrufun bir gün mutlaka değişik şekillerde
tüketileceğini ve paranın sadece bir mübadele aracı olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Ona
göre bir mal üretilir üretilmez kendi kıymetine eşit kıymette diğer mallara bir Pazar
meydana getirir. Klasik deyimle “her arz kendi talebini kendi yaratır.”
Say arızi olarak arz talep arasında bir dengesizlik olabileceğini, ancak bunun sebebinin
mallardan birinin aşırı veya eksik üretiminden kaynaklanacağı görüşünü ileri sürmüştür.
Ona göre ürünlerin toplam arzı ile toplam talebi zorunlu olarak birbirine eşittir. Çünkü
toplam talep, üretilmiş malların toplamından başka bir şey değildir. Genel bir tıkanma
tümüyle anlamsızdır (Savaş, 1997:299-300). Diğer bir önemli Klasik İktisatçı David Ricardo’dur. Ricardo’nun Klasik İktisada en
önemli katkısı Mukayeseli Üstünlükler Teorisidir. Bu teoriye göre; serbest ticaret ilkeleri
çerçevesinde her ulus kendine en uygun malların üretiminde uzmanlaşacaktır. O dönemde
serbest ticaret bir ülkenin kendi üretemediği veya başka ülkelerden daha ucuza üretemediği
malları ithal etmesi halinde yararlı olacağı düşüncesine dayanıyordu. Ricardo, mutlak
üstünlük diye bilinen bu görüş yerine “mukayeseli üstünlük” kavramını getirmiş, ve ülkeler
arası uzmanlaşma ve ticareti bu yönde açıklamıştır. Böylece dış ticaret bütün taraflar için
yararlı olabilecektir.
Mukayeseli üstünlükler teorisi liberalizm ideolojisinin yaygınlaşıp kuvvetlenmesi
yönünden büyük önem taşımaktadır. Bu teorinin ortaya konulmasıyla “laissez faire” ilkesi
bütün dünya için geçerli bir ilke haline gelmiştir. Yurt içi ekonomik ilişkilerde kendi
çıkarlarını gözeten kişilerin, aynı zamanda toplum çıkarı yönünden de olumlu sonuçlar
doğuracağına olan inanç, mukayeseli üstünlükler teorisi ile uluslar arası ilişkileri de
kapsamıştır. Buna göre dünya toplumunda ulusal çıkarlar arasında bir uyum (harmony)
vardır. Ricardo bunu şöyle açıklamıştır: “tam özgür bir ticaret sistemi içinde, her ülke
sahip olduğu üretim faktörlerini doğal olarak kendisi için en yararlı kullanımlara
yöneltecektir. Kişisel yararın gözetilmesi bütün ülkelerin evrensel yararı ile hayranlık
veren bir şekilde ilgilidir. Genel kütlesel üretimin arttırılması ile genel yararın dağıtımı
sağlanır ve ulusların evrensel topluluğu bütün uygar dünyada bir çıkar ve ilişki bağı ile
birbirine bağlanır.” (Savaş, 1997:330-331). Bir diğer ünlü Klasik iktisatçı Thomas Robert Malthus’tur. Klasik iktisadî düşüncede
Malthus daha çok Nüfus teorisi ile öne çıkmıştır. Malthus nüfusla ilgili görüşlerini 1798
yılında yayınlanan ve kendisi ölmeden altı baskı yapan “Nüfus Prensibi Üzerine Bir
Deneme” adlı çalışmasında ortaya koymuştur.
Malthus eşitliğin ve mutluluğun egemen olacağı bir altın çağ kurmanın hayal olduğu
düşüncesindedir. Çünkü ona göre toplumun gelişmesini devamlı şekilde engelleyecek ve
altın çağa ulaşmayı imkansız kılacak bir engel (nüfus artışı) olduğu düşüncesindedir.
Malthus bu konudaki görüşlerini şöyle açıklamıştır: “ Bir yazar bana, insanların sonunda
bir deve kuşu olacaklarına inandığını söyleyebilir. Fakat bir kimseye bunu inandırabilmesi
içini insanların boynunun devamlı bir şekilde uzadığını, dudaklarının kalınlaşıp
büyüdüğünü, bacaklarının ve ayaklarının her gün şekil değiştirdiğini ve saçlarının tüylere
dönüştüğünü göstermek zorundadır.”
Malthus iki önermede bulunmuştur. Bunlardan birincisi, insanın varlığı için yiyecek
gereklidir; ikincisi ise cinsiyetler arasındaki ihtiras gereklidir ve bugünkü haliyle devam
edecektir. Bu iki önermenin sonucunda mutluluğa ulaşmak mümkün olmayacaktır.
Nüfusun artma potansiyeli kontrol altına alınmadığı sürece geometrik oranlı, buna karşılık
geçim vasıtalarının artışı aritmetik oranlıdır.
Malthus yaptığı bir mukayese ile 25 yılı bir dönem kabul etmiş ve 225 yıl sonra
nüfusun 512 kat yiyeceklerin ise sadece 10 kat artacağı sonucuna ulaşmıştır. Dolayısıyla
nüfus üzerinde sıkı ve devamlı bir kontrol uygulanması gerektiğini savunmaktadır . Bu
nedenle Malthus insanların eğitilmelerini bir aileyi geçindirecek hale gelinceye kadar
evliliği geciktirmeyi ve evlilik dışı ilişkilerden kaçınmayı öğrenmenin üzerinde durmuştur
(Savaş, 1997:344-345).